Askerin yemek duası değiştirildi: Mehmetçik artık… “Tanrımıza hamdolsun” demeyecek! Mehmetçik artık… “Allahımıza hamdolsun” diyecek! Özellikle son yıllarda Peygamber Ocağı'nda askerler arasında sessizce “Tanrı” mı, yoksa “Allah” mı deneceği tartışmaları yaşanırdı. Kimi “Tanrı” derdi… Kimi “Allah” derdi… “Allah” diyenlerin iddiası şuydu: “Tanrı sözcüğü Hıristiyanlara aittir! Bu söylem İslam'a aykırıdır. Samimi Müslümanlar Allah der!” Hangi Hıristiyan “Tanrı” diyor: İngilizler “God” diyor. Fransızlar “Dieu” diyor. Almanlar “Gott” diyor. İtalyanlar “Dio” diyor. İspanyollar “Dios” diyor. Daha geçmiş dillere gidersek Latincede “Deus” demek. Uzatmayayım… Hıristiyanlar “Tanrı” demiyor. Peki… Nerden çıktı bu hurafe? Cüneyt Arkın'ın “Kara Murat” filmlerinden! Şaka bir yana… Filmden romana her dildeki farklı “yaradan” sözcüğü Türkçe'ye “Tanrı” diye çevrilirdi. Çünkü: Daha İslamiyet yokken “Tanrı”, eski Türkçe'de “dünyanın tek yaratıcısı ve koruyucusu” anlamındaki “Tengri” sözcüğünden geliyordu. “Tanrı”, Türkçenin temel sözcüklerindendi. Çinceyi bile etkiledi; “Tengri” Çince'ye “T'ien” olarak geçti. (Çinliler, Orta Asya'daki Tanrı Dağları'na “T'ien-Şan” der.) Yani… “Tanrı” kelimesinin bizim kültürümüzde binlerce yıllık geçmişi var… Bu sebeple… “God”, “Dieu”, “Gott”, “Dios” ya da diğerleri Türkçe'ye “Tanrı” olarak çevrildi. Keza Arapça'da… Daha düne kadar Diyanet'in, sure-ayet çevirilerinde “Tanrı” sözcüğü kullanılırdı: “Tanrı'mız bir tek Tanrı'dır. O, merhamet eden, merhametli olandan başka Tanrı yoktur.” (Bakara/163) Şu anımsatmayı yapmalıyım: Kelimenin kökü “Tanrı”… Türk dillerinde, şive ve lehçelerinde ortak olarak hep kullanıldı: Yakut dilinde “Tangara”, Tatar-Kuman dilinde “Tengre”, Çuvaş dilinde “Tura”, Kırgız-Kazak dilinde “Tengri”, Karaçay-Malkar dilinde “Teyri” vs… İktidarda hiç mi kimse kalmadı kendi tarihini bilen! – Göktürkler yazıtlarında “Tengri” sözcüğü kullanmadı mı? – Kaşgarlı Mahmut “Divanü Lugati't-Türk” eserinde “Tengri” sözcüğünü kullanmadı mı? – Oğuz Türkçesinin destanı Dede Korkut hikayelerinde “Tengri” sözcüğü kullanılmadı mı? – Ahmet Yesevi ‘Divan-ı Hikmet' eserinin 12 şiirinde “Tengri” sözcüğünü kullanmadı mı? – Yunus Emre, Niyazi Mısri şiirlerinde “Tengri” anlamında “Çalab” sözcüğünü kullanmadı mı? Liste uzar gider… Bu sebeple Atatürk döneminde binlerce yıllık Türk kültürüne sadık kalınarak “yaradan” sözcüğü “Tanrı” olarak dilimize çevrildi. Peki… Ya “Allah” sözcüğü? Henüz ortada İslamiyet yokken… Henüz ortada Arapça yokken… Sümer ve Babil'de bazı putların “Al-Mah” gibi adları vardı. Bu dillerdeki “Al” ve “El” sözcüğü daha sonra İbranice ve Arapça'ya girdi. Tevrat üzerine çalışan Alman teolog Prof. J. Wellhausen, “Araplar, tıpkı Nabatlar gibi ‘Allah' adını verdikleri puta taparlardı” diye yazdı. Kaynağı İbnü'l-Kelbî'nin kaleme almış olduğu “Kitabü'l Esnam” idi. Arapların taptığı putların adları Kur'an-ı Kerim'de de geçer: “El-Lât”, “El-Uzzâ” ve “El-Menât”… İslam Ansiklopedisi'ne göre “Allah” sözcüğünün kökeni, (4 bin yaşındaki) “Arami” dilindeki “Alaha” kelimesinden gelmekteydi. “Allah”; Aramiceden doğan Süryani dilinde “Aloho” ve Tevrat İbranicesinde “Elah/Elahim” demekti. Bu nedenle… “Allah” adını; Mizrahi/Doğulu Yahudiler, Bahailer, Arapça konuşan Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar, Türkiye'de yaşayan bazı Hıristiyanlar da kullanıyordu. Evet. “Allah” sözcüğü İslam'dan çok önce vardı. Örneğin… Daha İslamiyet'in doğmasına 1200 yıl varken Arabistan'da -özellikle şiirde- bolca “Allah” sözcüğü bulunurdu… Hurafe yendi “Tanrı” değil… Aksine “Allah” sözcüğü tarih boyunca hep tartışıldı. Kelimenin kökeni hâlâ tartışma konusu… Kimine göre “Allah”, “tahayyere” sözcüğünden, Kimine göre “Allah”, “vilah” sözcüğünden, Kimine göre “Allah”, “lahe yeluhun” sözcüğünden, Kimine göre “Allah”, “ma'bud” ya da “liyah” sözcüğünden türetildi. Onlarca örnek veriliyor. Tek bu tartışma yok. Kimine göre “Allah” özel isimdir; kimine göre değildir. Bu tartışmalar hiç bitmeyecek. Diğer yanda… Dünyanın dört yanındaki Müslümanlar yaradana bildikleri dilde seslenmeye devam edecek. Örneğin… Farsça “Hüda” diyecek… Arnavutça “Zot” diyecek… Boşnakça “Bog” diyecek… Kimi Müslüman “Rabb” diyecek… Kimi Müslüman “Rahman” diyecek… Kimi Müslüman “İlah” diyecek… Kimi Müslüman “Allah” diyecek… Ama… Türk Ordusu'nun yiğit Mehmetçik'i kendi dilinde “Tanrı” diyemeyecek! Bakınız… Bu konuda tartışma yapmak istemiyorum. İstiyorum ki, herkes inandığını bildiği dilde yerine getirsin. Aslolan niyet'tir. Fakat… İnsanın ağırına gidiyor kulaktan dolma bilgilere yenik düşmek! Şu hurafenin gücüne bak! Diyanet bile fetva çıkardı; “Yüce Allah'ı kastetmek üzere O'nu ‘Tanrı' diye anmak inanca hiçbir surette aykırı olmaz.” Hurafe Diyanet'i bile yendi; Diyanet “Tanrı” yerine artık “Allah” demeye başladı! Türkçe kaybetti… Yetmezmiş gibi… Türkçe -din karşıtı gibi- sürekli düşmanlaştırılıyor. Selefi/Vehhabi yobazlığı, -AKP'nin desteğiyle- aydınlanma dini İslam'ı hurafeye teslim ediyor… https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/soner-yalcin/allah-mi-tanri-mi-2137763/ Soner Yalçın

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 19 Eylül 2019 Perşembe

Gıda ve su üzerinden dünyada nasıl bir biyo-politik savaş yürütülüyor? GDO'lu yiyecekler ve hibrit tohumlar bir güç mücadelesinin silahı olarak mı kullanılıyor? Uzmanların beslenme alışkanlıkları konusunda görüşleri ve yönlendirmeleri bir politikanın ürünü mü? Didem Arslan Yılmaz sordu; Prof. Dr. Canan Karatay ve Dr. Ramazan Kurtoğlu yanıtladı.

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 7 Mart 2019 Perşembe
0 yorum
categories: | edit post

Abdal ile Aptal Arasındaki Fark Abdal ile aptal kelimeleri birbirlerine çok yakın kelimeler olduğu için özellikle gençler tarafından sıklıkla karıştırılır. Fakat her ikisi de çok ayrı anlamlar ihtiva eder. Abdalın TDK’daki karşılığına bakalım: gezgin derviş, yaşlı adam, iyi niyetli kimse, kalender, derviş. Şimdi de aptalın TDK’daki karşılığına bakalım: zekası pek gelişmemiş, zeka yoksunu, alık, ahmak, çingene, dilenci. Gördüğünüz gibi abdal ile aptal arasında anlam olarak baya fark var. Bu konuyla ilgili edebi çevrelerde de pek çok yazı yazılmıştır. Bunlardan biri de aşağıda alıntıladığım Dücane Cündioğlu’nun yazısıdır. 1. Dervişliğin şanındandır, abdal olan aptal olanı bağışlar. 2. Abdal, (hali) ‘değişen’ demektir, aptal ‘değişmeyen’. O nedenle ilki evrilir, ikincisi devrilir. 3. Abdal anlamak, aptal anlaşılmak ister, oysa hakikatte ilkinin anlaşılma’ya, ikincisinin anlama’ya ihtiyacı vardır. 4. Abdal olan hazzın (güzelin) peşinden koşar, aptal olan yararın (çıkarın). Bu yüzden ilki hep acı çeker, ikincisi daima zarar eder. 5. Bazı abdallar ‘aptal’, bazı aptallar ‘abdal’ görünür. Abdal görünmek kolay, olmak zordur. 6. İyiler ‘aptal’ görünür, aptallar ‘masum’. Abdallara gelince, onlar görünmez. 7. Abdal anlar ve susar, aptal anlamaz ama yine konuşur. 8. Derin çelişkiler karşısında, abdal olan tarafsız kalır, aptal olan kayıtsız. Kuşku irfan’ın alametidir çünkü. 9. Abdal dünyadan kurtulmaya, aptal dünyayı kurtarmaya çalışır. En sonunda abdal kendine kavuşur, aptal dünyaya. 10. Abdal yaptığı kötülükten, yapmadığı iyilikten pişman olur, aptal’sa yaptığı iyilikten, yapmadığı kötülükten. 11. Abdal düşteyken uyarılınca uyanır ve utanır, aptal ise ne uyanır, ne utanır, sayıklamaya devam eder. 12. Abdal tebessüm eder sevindiğinde, aptal sırıtır, bu yüzden, üzüldüklerinde ilki ağlar, ikincisi zırlar. 13. Abdal vasat değildir ama vasat’ta (itidal’de) durmayı bilir, aptal ise vasat’tır ama vasat’ta durmayı bilmez. 14. Abdal borçlu gibi sever, asla bedel ödemekten çekinmez, aptal ise alacaklı gibi sevdiği için en küçük anlaşmazlıkta hacze gelir. 15. Abdal durur ve düşünür, aptal düşünür ve durur. Ne ki düşünen hemen susar, ama duran susmak bilmez. 16. Abdal aşk ile mest, aptal mey ile hoş olur. Sonuçta ser-mest olan ebediyyen ayılmaz, ser-hoş olan zariflerden sayılmaz. 17. Abdal sevdiğini beğenmek, aptal ise beğendiğini sevmek ister. İlki önce içe, sonra dışa bakar, diğeri tam aksini yapar. 18. Abdallar genellikle kördür, yani gözleri dünyaya kapalıdır. Bu yüzden aptalların, yani gözü açıkların göremediklerini görürler. 19. Aptal yaptığından nadim olur, yere çöker, abdal tevbe eder, ayağa kalkar. (Aradaki farkı oluşturan, pişmanlık hissine eşlik eden bilinçtir.) 20. Aptal hep haklı olmayı marifet bilir, abdal hep haklı olmamayı. 21. Aptal bir oylama’nın sonucunun “oy birliği” ile alınmasına sevinir, abdal “oy çokluğu” ile. 22. Abdal abdal’ı bulunca susar, aptal aptal’ı bulunca aptal aptal konuşur. 23. Abdal aptal’ın yanına düşse de susar, ama aptal yine aptal aptal konuşmaya devam eder. 24. Güzel deyince aptal’ın aklına ‘kadın’ gelir, kadın deyince abdal’ın aklına ‘güzel’. 25. Abdal sorularıyla tanınır, aptal cevaplarıyla. 26. Abdal uzak görür yakın söyler, aptal yakın görür uzak söyler. O yüzden ilkinin bikrine kanma, ikincisinin zikrine. 27. Abdal sözün hakikatinden etkilenir, aptal ise retoriğinden. Sen sen ol, ey talib, aptal olma! 28. Aptal’ın hâli bardağın içinde kaşık gibi durmak veya altında tabak gibi uzanmak, abdal’ınki ise çayın içinde şeker gibi erimek. 29. Aptal Batı’ya (Doğu’ya) ya hayranlık duyar, ya nefret eder, abdal ise ne hayranlık duyar, ne nefret eder, sadece anlamaya çalışır. 30. Abdal’a malum olur, aptal’a bir şey olmaz, başkaları bile değil, kendisi kendisine meçhuldür çünkü. 31. Günlük yaşamın seni işgal etmesini istemiyorsan ey talib, aptal gibi önemli olana değer vermek yerine, abdal gibi değerli olana önem ver! 32. Abdal mesud olmayı marifet bilir, aptal ise memnun olmayı. 33. Aptal için başarmak önceliklidir, abdal içinse denemek. 34. Abdal sık ama yumuşak bir şekilde yere düşen kar taneleri gibi sükûnetle konuşur, aptal ise hınçla yağan sert dolu taneleri gibi öfkeyle. 35. Aptal laf eder, abdal söz eder. Lafı bırak, söze kulak ver! 36. Abdal bir fikrin tarafı olur, aptalsa taraftarı. Bu nedenle ilki savunur, ikincisi savrulur. 37. Aptal’a deki derler, abdal’a peki. Hiçbir güç mutlak değildir çünkü. 38. Abdal meşgul eder, aptal işgal eder. O nedenle ilkine koltuğu, ikincisine kapıyı göster! 39. Aptal çok kişiye az, abdal az kişiye çok değer verir, çünkü ilki ne verdiğini bilmez, ikincisi bilir. 40. Aptal çoğu bulamadığı için üzülür, abdal azı bulduğu için sevinir. İlkinin nedeni ‘hırs’, ikincinin nedeni ‘kanaat’. 41. Abdal’ın biz’i yoktur, aptal’ın ben’i. Hal böyleyken ilki ‘ben’ demekten utanır, ikincisi ‘ben ben’ diye paralanır. 42. Abdal düşünür uyuyamaz, aptal uyur düşünemez. 43. Vazgeçmek için pes etmek gerekmez. Aptal yılınca pes eder, abdal yılmayacağını bildiği için vazgeçer. 45. Abdal nedene bakar, aptal sonuca. Bu yüzden ilki ayılır, ikincisi bayılır. 46. Aptal abdal’a aptal gibi davranır, abdal aptal’a abdal gibi. 47. Aptal zamanın ‘ne’ olduğunu bilmez ama vaktin ‘kaç’ olduğunu bilir, abdal ise zamanın ‘ne’ olduğunu bilir ama vaktin ‘kaç’ olduğunu bilmez. 48. Abdal’ın yazgısıdır, sigarayı içen aptal olur ve fakat öksürmek ona düşer. 49. Aptal kendini bilmez başkasını bilir, abdal başkalarını bilmez kendini bilir. Cehalet gafletten yeğdir çünkü. 50. Sultanlardan uzak dur ey talib, abdal uzak durur, aptal duramaz, bu nedenle kullanılan ilki değil, hep ikincisi olur. 51. Maksadı ifade etmenin yolu üçtür: hakikat, mecaz, kinaye. Aptal hemen hakikatin üstüne atlar, abdal ise mecaz ve kinaye’nin ardına bakar. 52. Kendine gelmek için aptal yerin sarsılmasına ihtiyaç duyar, abdal yüreğin sarsılmasına. 53. Abdal us diye ısrar eder, aptal sus diye. 54. Niçin etrafına bakınıyorsun ey talib, abdal da sensin, aptal da!

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 17 Temmuz 2018 Salı

Dogonlar, Mali'de yaşayan Batı Afrikalı bir halktır. Toplam nüfusun %4'ünü oluşturan Dogonlar, Nijer-Kongo dili konuşur; tahıl yetiştiriciliğiyle geçinirler. Ayrıca ağaç ve deri işçilikleriyle ünlüdürler. Dinlerinde toprak kutsal sayılır ve din adamları, halk ile toprak arasında iyi bir ilişki sağlamakla yükümlüdürler. Mirasta erkek çocuğa öncelik tanınır; evlenen çiftler erkeğin ailesiyle birlikte yaşarlar. Çok karılılık yasal olmakla birlikte, pek yaygın değildir.[1] Dogon toplumlarında ilk ateşi bulan, insanlara tarımı ve hayvancılığı öğreten ilk demircidir ve Dogonlar'ın mitlerine göre kahraman, demirci kılığına girip, yeryüzüne inerek insanları uygarlaştırmıştır.[2] Dogon kabilesi, Mali Cumhuriyeti’nde yaşamaktadır. Totemleri bulunan bu kabile; astronomi bilgileri, özellikle Sirius sistemi hakkındaki bilgileri ile herkesi şaşırtmaktadırlar. Bu kabile, çadırlarda yaşayıp avcılıkla geçinmektedir.[3] Bugün yasayan Dogonlar'ın sayısı en fazla birkaç yüz bin kadar ve bunlar antropologların yoğun incelemelerine sadece 1930’lardan beri tabi tutuldu. Dogonlar'ın bazı mitolojik öğeleri, antik Mısır uygarlığındaki efsanelerle benzeşiyor ve bir kısım antropolog, Dogonlar'la antik Mısır uygarlığı arasında zayıf bir kültürel bağ olduğunu öne sürüyor.[4] Bu kabileden olan insanlar, eski zamanlardan beri mağara duvarlarına ve kayalıklara resim yapıyorlar. Bu resimlerde genellikle maske, insan, hayvan ve bitki figürlerine yer veriyorlar. Resimlerinde kırmızı, beyaz ve siyah renkler kullanıyorlar.[5] Dogonlar, evlerini kerpiçten ve taştan yaparlar. Bu evlerin bir kısmının çatıları koni şeklinde olup sazdan yapılır. Yukarıdaki fotoğrafta bir Dogon köyünü görüyorsunuz.[6] Dogonlar ayaklarına bağladıkları uzun sopalar üzerinde dans ederler. Bu danslar sırasında yüzlerine maske de takarlar. Bu fotoğrafta da maske takmış tören dansçılarını görüyorsunuz.[6] Dogon Kabilesi ve Sirius Kültü Afrika’nın ücra bir köşesinde, siyah kıtanın tarım ve hayvancılıkla uğraşan milyonlarca zencisi gibi sade bir yaşantı sürdüren, kendi halinde bir kabile olan Dogonlar, hiçbir teknolojik imkana sahip değildir. Çadırlarda yaşayan ve hiçbir gelişmeden yararlanamayan bu kabileyi ilk araştırmak isteyenler; ilkellerin dünyasını, Avrupa’ya ve Amerika’ya tanıtmak için oraya gitmişlerdi.[7] Evet… Bu ilkel kabile insanları nasıl yaşıyorlardı… İlkellerin dünyasına gidip, geçmişe bir yolculuk yapalım diyerek bazı araştırmacılar, balta girmemiş ormanların deriliklerine dalmışlardı… Bu amaçla yola çıkılmıştı ama kendilerini orada hiç akıllarına bile getiremeyecekleri ve insanın tüylerini ürperten bir takım şeyler bekliyordu… Orada karşılaştıkları şeyleri, birçok bilim adamı günümüzde hala açıklayamamaktadır… Oraya giden araştırmacılar, ilk olarak onların mitolojik bilgilerini gözden geçirmeye başladılar. İşte her şey ondan sonra başladı… Çadırlar içinde yaşayan ve avcılıkla beslenen bu ilkel insanlar! : Dünya gezegeninin hareketlerini, Güneş’in hareketini, Jüpiter’in uyduları olduğunu, Satürn’ün halkası olduğunu ve Ay’da kraterler bulunduğunu bilmekteydiler… Bunları nereden öğrendikleri sorulduğunda ise verdikleri cevap, insanın kanını donduruyordu: “… Atalarımızdan öğrendik…” Bu bilgileri; Teleskop gibi yüksek bir teknolojinin ürünü olan, araç gereçler olmadan bilebilmek imkansızdır. Oysa Dogonlar; ne teleskopa, ne de gözlem evine sahip değillerdi… Herhangi bir yazı çeşidi kullanmayan Dogonlar; Atalarından öğrendikleri sırları, kendilerine özgü sembolik şekillerle muhafaza etmişler ve bu sembollerin anlamlarını kuşaktan kuşağa sözel olarak aktarmışlardı. Dogonlar’ın Evren hakkındaki binlerce yıldır bildikleri bilgileri; bugünkü Astronomi bilgilerimizle hemen hemen aynıydı. Örneğin: 8,6 Işık yılı uzaklıkta bulunan Sirius Yıldızı’nın çift yıldız sistemi olduğunu, Akcüce olan bileşeni Sirius-B’nin çok ağır bir yıldız olduğunu, Spiral galaksimizin dışında, başka Spiral galaksilerin de bulunduğunu da bilmekteydiler. Şunu da unutmamak gerekir ki; Galaksilerin spiralliği konusundaki ilk kanıt, Mont-Wilson gözlemevinden Astronom Hubble tarafından 2,5 m’lik bir teleskopla, Andromeda Galaksisi’nin fotoğrafının çekilmesiyle 1924’te elde edilebilmişti…[7] Dogon kabilesi mensuplarının, Sirus yıldızının çift yıldız olduğunu bildikleri Fransız araştırmacılar Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen tarafından tespit edilmiştir.[8] Eskiler, bu parlak yıldızın arkasında, gölgede kalmış, “gölge yıldız”, daha küçük olan kara bir yıldız olduğunu bilirler. Bu yıldız, daha güçlüdür, ve her +50 yılda oval bir yörüngede döner, Sirius’un titremesine, ve diğer bütün yıldızlardan daha fazla parıldamasına neden olur. Bütün yıldızlar parıldar, ama hiçbiri onun gibi olamaz. Bu eski kabile, sadece onun orada olduğunu bilmezler, +50 yıllık döngüsünü ve bu döngünün yuvarlak değil de oval olduğunu bilir. Eski kaynaklarında, üç-boyutlu realiteden iki-boyutlu tasvire yerleştirilmiş olarak Sirius’un ve gölge yıldızı Sirius B’nin hareketlerinin çizimleri vardır.[9] Dogon Kabilesi, ayrıca bilim adamlarının henüz bulamadıkları bir Sirius-C olduğunu da ileri sürmektedirler.[3] Kabilenin öne sürdüklerine göre, Sirius’un, her 50 yılda bir onun yörüngesini dolaşan (Temple bunu elips seklinde bir yörünge olduğunu belirtiyor) karanlık, gözle görülmeyen bir arkadaş yıldızı var. “Sagala” adını verdikleri ve yeryüzünde bulunmayan bir metalden yapılmış bu arkadaş yıldızın çok küçük ve çok ağır olduğunu söylüyorlar.[4] Dogonlar, 86 ışık yılı uzaklıkta bulunan Sirius Yıldız Sistemi'nden gelenler tarafından eğitildiklerine inanırlar. Ancak böylesine ilkel bir kabilenin Sirius Yıldızı Sistemi'nin varlığını nasıl bildiği büyük soru işaretidir. Ayrıca bu kabile, Sirius Yıldız Sistemi'nin yoğunluğu ve çevreleyen diğer yıldızlar hakkında da bilgi sahibidir. Dogonlar'a göre Sirius B Yıldızı'nda bir kaşık madde yaklaşık 5 ton ağırlığındadır.[10] Dogonlar’ın bildikleri, bildiklerinin sadece bir kısmıdır. Dogon rahiplerinin, tüm sırlarını açıklamadıkları konusunda, araştırmacılar fikir birliği etmişlerdir. Gerekli hiçbir teknik araca sahip olmayan ve uygarlığımızın ancak 1930’larda temasa geçtiği Dogonlar bu kadar bilgiyi nereden elde etmişlerdi? Bu soru, 1930’dan beri birçok bilim adamının kafasını kurcalayan ve Dogon’ların bilgilerinde; Dünya dışı bir köken görmek istemeyen bilim adamlarınca, hala açık bir cevap verilememiş bir sorudur… Buna karşılık; Dogon’ların bilgilerini Dünya dışı bir kökene bağlayan birçok araştırmacı, Dünyamızın geçmişte, Sirius sistemindeki bir gezegenden kalkan ve Işık hızına yakın bir hızda yolculuk yapan, bir Uzay gemisince ziyaret edildiği görüşünde birleşmiş bulunmaktadırlar. Bu görüşü, Dogonlar’ın da desteklediği görülmektedir. Çünkü Dogonlar, Uzay gemisiyle inen mitolojik bir Atalarının soylarından geldiklerini söylüyorlardı.[7] Diğer yandan Afrosantristler (Afrikalı insanların önemini vurgulayan dünya görüşüdür), Dogonlar’ın Sirius B’yi teleskoba ihtiyaç duymadan görebileceklerini iddia ederler çünkü gözlerindeki melanin miktarı nedeniyle Dogonlar’ın özel bir görme yeteneği vardır.[11] Tabii ki ortada, Dogonlar'ın ne özel görme yeteneklerine ne de teleskobu olan siyahi Mısırlılardan bilgi aldıkları iddiaları gibi aynı derecede mantıksız görüşlere dair kanıt bulunmamaktadır.[12] Ve bu "Uzaylı Ataları"nın geldikleri yıldızı da açıkça ifade etmekteydiler: SİRİUS-B… Ve işin en ilginç tarafı da; bu yıldızı Mitolojik sembollerinde, bir “Kurt” başıyla sembolleştirmişlerdi. Şimdi sıkı durun… İşin bir başka ilginç yanı da; günümüz Astronomi Bilimi’nin, Sirius Yıldızı’nın bağlı bulunduğu takım yıldızına, gökyüzündeki görünümünden dolayı “Büyük Köpek Takım Yıldızı” adını vermiş olmasıdır!... Ne dersiniz, bütün bunlar sadece basit bir tesadüf mü? [7] Dini İnanışları Afrika kabilelerinin çoğunda olduğu gibi Dogonlar'ın geçmişi de oldukça karanlıktır. Dogonlar'ın şu anda yaşadıkları Bandiagara Platosu’na 13. ve 16. yüzyıllar arasında yerleştikleri tahmin edilmektedir. İnsanbilimcilerin çoğu Dogonlar'ı “ilkel” olarak tanımlasalar da Dogonlar batı teknolojisine karşı olan ilgisizlikleri bir yana zengin ve bir o kadar da karmaşık bir dine ve yaşam felsefesine sahiptirler.[13] Dünya çapındaki yerli kabileler kendi sözel tarihlerinde, gökyüzü varlıkları tarafından ziyaret edildiklerini ve genetik olarak güncellendiklerini anlatırlar. Dogon kabilesi, yıldız ziyaretçilerine "Nummo" (Nommo) adını verir. Avustralya'nın Aborijinleri de onları yaratan ve yaşamaları için yasalar veren gökyüzü varlıkları "Wandjina"dan bahseder.[14] Dogonlar'ın kozmogoni anlayışında yıldızların oluşumu son derece kanlı sahnelerle simgeselleştirilmiştir. Dogonlar'da evren, "Amma" adlı tek bir tanrının sözüyle yaratılmış bir zerreden doğmuştur. Bu küçük şey dünyanın yumurtası denen geniş bir rahim meydana getirmiştir. Bu etene iki ikiz öğeye bölünmüştür. Eteneler bu iki çifte yaşam vereceklerdir. Fakat yumurtalardan birisinden erkek olan Ogo erken çıkar. Ogo, evrene tek başına hükmetmek için diğer yumurtaları çalar. Fakat bu hırsızlık evrende kaosa neden olur. Bu kaosun diyeti Ogo’yla aynı ruhtan olan ikizi Nommo semu’nun kurban edilmesiyle ödenir. Ardından, kurban işlemini gerçekleştiren Nommo tittiyayne sünnet edilir, göbek bağı kesilerek etenesinden ayrılır. Çift olan eteneyi arındıran ameliyatlardan Sirius yıldızı doğar. Sünnette akan kan, merkezden güneye doğru yol alır ve orada Venüs doğar.[15] Mit, Ogo ve Nommo arasındaki çatışmalarla ve bu çatışmalar sonucunda ortaya çıkan yer ve gök cisimlerinin oluşumunun anlatımıyla devam eder. Burada, Ogo’nun neden olduğu kaosun yok edilebilmesi için kurban yöntemine ve düzenin yeniden sağlanabilmesi için akan kanın arındırıcılığına ihtiyaç duyulması dikkat çekicidir. Anlatının sonunda bir olay daha gerçekleşmektedir. Bu bölümde Amma, Ogo’yu erken kurban ettiğini anlar ve onu yeniden diriltme çabasına girer. Bunu da gene bir dizi sembolik kan akıtma ritüeliyle gerçekleştirir. Burada dünyadaki yaşamın tümünü temsil eden kurbanın kanı üzerine akar. Bu durum, akan kanın ön yaratının belirtisi olan kadınlardaki aybaşı kanamalarıyla bir tutulmuştur. Aslında gelecekteki yaşamı sağlayan ‘yeryüzünün aybaşısıdır’ [16] Dogonlar'ın bütün canlıların hem dişi, hem erkek olarak yorumlandığı zengin bir mitolojileri vardır. Oldukça gelişmiş sanat yapıtları arasında, ağaçtan yaptıkları maskeler ünlüdür. Dinlerinde atalar kutsal sayılır.[1] Dogonlar, sahip oldukları bilgilerin çoğunu sembollerle anlatmışlardır ve bu sembollerinin temelinde Nommo'lar diye adlandırılan ve dünyayı uygarlaştırmak için uzaydan geldiğine inanılan hem karada hem de suda yaşayabilen varlıklardır. Dogon rahiplerine göre eski zamanlarda Sirius sistemindeki bir gezegenden dünyaya inen Nommolar, sahip oldukları bilgileri o zamanki rahiplere öğretmiş onlar da bunları yeni kuşaklara anlatmışlardı. Nommolar, dünyanın yaratıcıları olduğu kadar insanoğlunun ataları ve ruhsal ilkelerin koruyucuları “yağmuru yağdıran güçlerin ve suların mutlak sahipleri” idi.[13] Dogonlar'ın yaratıcı tanrısı "Amma"nın cennet ve suyla yakın ilgisi vardır. Onun yılan şeklindeki çocuğu Nommo, suya ve asıl söze katılarak, kozmogonik dürtünün en aktif ve başarılı vekilleri olmuştur. İlk cinsiyetin doğumuna katkıda bulunarak, ilk ataların doğmasına imkan yaratmışlardı. Sonrakiler Nommo’nun saygınlığını kazanarak, suyla yakın bağlarını korumuşlardı. İlk ölü insanı yedikten sonra, içlerinden bir tanesi suyu kusarak, seller ve havuzları n şekil öncesi, beş nehrin kaynakları ve doğruların sularla toplumu temel yapılarıyla kurmuştur.[17] Eski yazılara ve efsanelere göre, Babil’in kurucusu Nemrud’du. Güçlü Tiran Nemrud, bir dev olarak tasvir edilir. Arap inançlarına göre, Baalbek-Lübnan’deki her biri 800 tonluk üç taşı ve ilginç yapıları inşa eden veya ettiren Nemrud’du. Nemrud ve karısı Kraliçe Semiramis “Titanlar” diye bilinen bir kan bağından geliyorlardı. Bu devler veya Titanlar ırkı, Nuh’un soyundan geliyordu. Enoş kitabında tasvir edilen bebek, aşırı beyaz teni ile “Gözetleyici insan melezi” bir yaratıktı. Nemrud, Dogon kabilesi’nin yarı-insan yarı-balık tanrısıydı.[18] Dogonlar üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı Robert Temple, bir Nommo uzay gemisinin gelişini ve dönerek yere inişini simgeleyen resimler bulmuştur. Geminin Dogon ülkesinin güneydoğusuna indiği söyleniyordu. Dogon rahipleri geminin inişini tanımlarken onun kuru toprağa indiğini ve oluşturduğu girdap dolayısıyla bol miktarda toz kaldırdığını anlatmaktadırlar.[13] Temple, Dogonlar tarafından düzenlenen tuhaf, bazı astronomik inançları listeler. Dogonlar, Güneş merkezli sistem ile astronomik fenomenlerin eliptik yörüngelerine inanırlar. Diğer pek çok şeyin yanında, Satürn’ün halkalarına ve Jüpiter’in uydularına dair bilgi sahibi gibi de görünüyorlar. Eğer dünya dışından gelen ziyaretçilerden değilse, bu bilgiyi nereden aldılar diye soruyor (Temple)? Teleskopları veya diğer bilimsel ekipmanları yok, o zaman bu bilgiyi nasıl elde ettiler? Temple’ın yanıtı ise bu bilgiyi uzaydan gelen amfibik uzaylılardan aldığı yönündedir.[12] Carl Sagan, Dogonlar'ın gelişmiş bir uygarlıkla iletişim kurmadan bu bilgileri elde edemeyeceği konusunda Temple’ye katılıyordu. Fakat Sagan, bu uygarlığın dünya dışından değil de dünyadan olduğunu öne sürüyordu. Belki de bu kaynak Temple’ın kendisi ve Griaule’den öğrendiği desteksiz spekülasyonlardı ve bu açıklamaları röportaj yaptığı biri olan Ambara ve tercümanından aldığı bilgilere dayandırıyordu. Sagan’a göre, Batı Afrika bugüne kadar Dünya’nın çeşitli yerlerinden gelen, teknolojik toplumlara ait pek çok ziyaretçiyle karşılaştı. Dogonlar'ın gökyüzü ve astronomik fenomenlere dair geleneksel bir ilgisi var. Eğer bir Avrupalı 1920’lerde veya 30’larda Dogonlar'ı ziyaret etseydi, Dogonlar'ın Mitolojisinin merkezini oluşturan en parlak yıldız olan Sirius yıldızı ve benzeri astronomik olaylardan konuşmaların olması son derece mümkün. Hatta 1920’lerde bilimsel basında Sirius’la ilgili pek çok tartışma vardı, böylece Griaule ziyaret edene kadar Dogonlar'ın 20. yüzyıl bilimsel meseleleriyle alakalı birtakım temel bilgilere, Dünya’nın çeşitli yerlerinden gelen ziyaretçiler aracılığıyla sahip olması da son derece mümkün.[12] Dogonlar, Sirius’lu gezginlerin birgün geri döneceğine inanmaktadırlar: “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak.” der bir yazıt. [13] Sanat Dogonlar, uzun süre kendi öz kültürlerini korumuşlardır. Yalnız dini konulardan ilham alan sanatları sert ye sadedir. Çok az olmakla birlikte en çok dikkati çeken eserleri ağaç gövdelerine oydukları yan yana oturmuş çiftleri veya iri yapılı hünsaları tasvir eden eserlerdir. Bunların vücut kısımları dövme veya mücevherlerle işlenmiş olup zenci sanatının şaheseri sayılırlar. Kolay kırılabilen yumuşak tahtalardan yapılan ve totem saydıkları hayvanların yüzlerini (antilop, panter, timsah) canlandıran maskelerde dünyanın yaratılışı efsanesi anlatılır. Dikdörtgenler prizması şeklinde olan bu maskelerin uzun lata biçiminde bir tepeliği vardır. Bunların bazılarına Kunga denilir. Dogonlar'da, tütün kutuları, pencere kapakları, asma kilit gibi süslü eşyalara da rastlanır.[19] Üstte Mali'nin Dogon Kabilesi'ne ait "Oturan Çift" heykeli bulunuyor. Nommo'nun Gemisi "Nommo’nun Gemisi", Dogon yerlilerinin mitolojisinde Sirius yıldız sisteminden Dünya gezegenine “gönderilenler”i ifade eden bir terimdir. "Nommo’nun gemisi" terimi, Dogon inanışında, kimi zaman Sirius sisteminden Dünya’ya gelen maddi bir uzay gemisinden söz ediliyormuş gibi, kimi zaman da manevi anlamlar içeren bir sembol olarak kullanılmaktadır. Kuşaktan kuşağa aktarıla gelmiş Dogon geleneklerine göre, bu gemi, insan soyunun birer imalat olan atalarını içermektedir. Fakat atalar gemiye insan formunda değil tohum halinde koyulmuşlardır; geminin Dünya’ya iniş yolculuğu boyunca, embriyonun, insan cenininin ana rahminde geçirdiği oluşum evrelerini andıran çeşitli dönüşüm evreleri geçirirler ve gemi yeryüzüne konduğunda gemiden insan biçimine gelmiş olarak çıkarlar. Altmış bölmeli bu gemi yalnızca ataları değil, 22 kategoride sınıflanan “yaratılış unsurları”nı ve “kelâm”ı da içerir. Gemideki bölmelerde tüm varlık türleri ve “oluş usulleri” vardır; fakat bunların yalnızca bir kısmı yeryüzüne indirilmiştir, dolayısıyla insanlar yalnızca bir kısmını bilmektedir. Dogon tradisyonunda Nommo’nun gemisiyle ilgili olarak belirtilen inanışlar şöyle özetlenebilir: 1. Tanrı Amma dört erkek insanı dört unsurdan oluşturdu. 2. Amma bu dört erkek insanın dişi ikizlerini de yaptı. En yüksek gök katında imal edilen, yeryüzüne nakledilecek olan atalar dört çift idi. Bu dört çift insanlığın “Oğullar” denilen sekiz atası oldular. Onlar O-nommo’nun oğulları olarak kabul edilirler. O-nommo’nun plasentasının temsilcisi Sirius-A yıldızıdır. 3. Bu “Oğullar”, gemiye tohum halinde koyuldular. 4. İniş hareketine geçmeden önce gemiye Sirius-B yıldızından po tohumu yüklendi. Amma’nın po’ya yerleştirdiği ve po’nun gemiye boşalttığı yaratılış unsurlarının oluşturduğu bütün 22 kategoriden oluşur. 5. Amma, zamanı geldiğinde, tüm yaratmış olduklarıyla dolu gemiyi rahminden çıkarttı ve yeryüzüne indirtti. 6. Gemi yeryüzüne sekiz dönemde (aşamada) indi. 7. İniş hareketi sırasında “parlayan Sirius-A yol gösterdi”. Yıldızların ilki, başlangıcı, en yüksek ‘Gök katı’nın merkezini kaplayan, “yıldızların direği” olan Sirius-B yıldızıdır; Amma’nın rahminden çıkan yıldızların sonuncusu ise, “alemin göbeği” ve “O-nommo’nun göbek kordonunu temsil eden” Sirius-A yıldızıdır. Geminin iniş yolculuğu sırasında insanlar Sirius-A’nın parladığına tanık oldular. 8. Gemi, inişi sırasında bir ufuktan ötekine kadar tüm göğü kaplayan bir yay oluşturmuştu. 9. Gemi yere konduğunda ise insanlar ilk kez Güneş’in doğuşuna tanık oldular. 10. “Güneş doğduktan sonra Sirius yol gösterdi.” Güneş sistemimiz Sirius sistemi ile evlendi. 11. Oğullar en yüksek gök katından O-nommo ile çıktılar, iniş yolculuğunda anagonno-bile oldular, yeryüzüne konarken anagonno-sala oldular, yürümek için gemiden ayrıldıklarında ise “kişiler” haline geldiler. Gemi yere konduğunda dünyasal kirli toprak ile Nommo’nun saf toprağı karşılaşmış bulunuyordu. 12. Geminin asılı olduğu zincirin ucu Amma’nın elinde bulunuyordu. Bu zincir, Amma’nın “Oğullar” ve soylarından gelenler arasına yerleştirdiği çözülmez bir bağdır. O-nommo aldığı kelâmı bağırarak bildirmesinden sonra, kelâmı insanlara aktarmakla da görevliydi. 13. Geminin 60 bölmeli içeriğinden şimdiye dek insanlara ancak 22 kategorisi açıklanmış, verilmiştir. Kelâmın insanlığa gelecekte aktarılacak kısmı Dünya’yı değişikliğe uğratacaktır. Nommo “kelâm” günü yine ortaya çıkacaktır. Bir zaman gelecek, Sirius-B yıldızı vaktiyle po tohumunun parıldamış olduğu gibi parıldayacak ve belirli bir dönem boyunca görünür olacaktır.[20] Dogon Kabilesi İle İlgili Resimler

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 4 Ekim 2016 Salı
0 yorum
categories: | edit post

Güneş sistemini an itibarıyla üç boyutlu izlemek ister misiniz; linke tıklayın  http://web.sponli.com/en/3d/

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 27 Kasım 2013 Çarşamba

İki tavuk alış veriş için markete gitmişler. Tavuklardan birisi - Koş koş bak ne göstericem, diye diğerini yanına çağırmış. Karşıdaki çift sarılı, tanesi 70 kuruş yazılı büyük yumurtaları göstererek, - Baaaak ben yaptım demiş. Diğeri de az ileride duran tanesi 50 kuruş yazılı normal yumurtaları gösterip, - Bunlar da benim, aslında bende çift sarılı kocaman yumurta yapabiliyorum ama kocam 20 kuruş için kıçını yırttığına değmez, dedi.

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 13 Kasım 2013 Çarşamba
0 yorum
categories: | edit post

Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet, bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakında ki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için biraz ayrılır. Hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden 1 m. kadar yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar.

Kimyacı: “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış”;

Fizikçi: “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş”;


Jeolog: “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış”;

Matematikçi: “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış”;

Antropolog: “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarı kurmuş.” der.

Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarda olmasının nedenini sorarlar. Adam cevap verir:

“Boru yetmedi de efendim!”


İNSANLARI ANLAMAK ZORDUR... HERKES KENDİ MERKEZİNDEN BAKAR, DOĞAL OLARAK "KENDİ MERKEZLİ" GÖRÜR... NE KADAR FARKLI BAKARSAK BAKALIM, ORTAK PAYDAMIZ İNSAN OLMAKTIR VE İNSANIN İNSANLIĞA İNSAN OLMAKLA GETİRDİĞİ BİR BORCU VARDIR, HOŞGÖRÜ VE ADALET...

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 14 Ağustos 2013 Çarşamba

Temel'e içinde BUKALEMUN kelimesi olan bir cümle kur demişler.Temel de : '' Ha BU KALEMUN burda ne işi vardur '' demiş.

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 18 Aralık 2012 Salı
0 yorum
categories: | edit post

Şems-i Tebrizi'nin 40 Kuralı
( Gönlü Geniş Ve Ruhu  Gezginlerin Kırk Kuralı )

- Birinci Kural:
Yaradanı hangi kelimelerle  tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar.
Şayet Tanrı dendi mi  öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sende  korku ve utanç içindesin çoğunlukla...Yok eğer Tanrı dendi mi evvela aşk,  merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut  demektir.

- İkinci Kural:
Hak Yol' unda ilerlemek yürek işidir, akıl  işi değil.
Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. 
Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil!

- Üçüncü Kural:
Kuran  dört seviyede okunabilir.
İlk seviye zahiri manadır.
Sonraki batıni  mana.
Üçüncü batıninin batınisidir.
Dördüncü seviye o kadar derindir ki  kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

- Dördüncü Kural:
Kainattaki  her zerrede Allah' ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescidde,  kilisede, havrada değil, her yerdedir.
Allah' ı görüp yaşayan olmadığı gibi,  O' nu görüp ölen de yoktur. Kim O' nu bulursa sonsuza dek O' nda kalır.

-  Beşinci Kural:
Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır.
Akıl temkinlidir.  Korka korka atar adımlarını.
"Aman sakın kendini" diye tembihler. 
Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: " Bırak kendini, ko gitsin! "
Akıl  kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer.
Halbuki  hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte  var!

- Altıncı Kural:
Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin  çoğu dilden kaynaklanır.
Sen sen ol, kelimelere fazla takılma.
Aşk  diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşk dilsiz olur.

- Yedinci  Kural:
Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını  duyarak, Hakikat' i keşfedemezsin.
Kendini ancak bir başka insanın aynasında  tam olarak görebilirsin.

- Sekizinci Kural:
Başına ne gelirse gelsin  karamsarlığa kapılma.
Bütün kapılar kapansa bile, O sana kimsenin bilmediği  gizli bir patika açar.
Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice  cennet bahçeleri var.
Şükret! İstediğini elde edince şükretmek  kolaydır.
Dileğin gerçekleşmediğinde de şükret.

- Dokuzuncu  Kural:
Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak  demektir.
Sabır nedir?
Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül  edebilmektir.
Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer,  hazmeder.
Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman  gerekir.

- Onuncu Kural:
Ne yöne gidersen git, -doğu, batı, kuzey ya  da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün!
Kendi  içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.

- Onbirinci Kural:
Ebe  bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol  açılmaz.
Senden yepyeni taptaze bir "sen" zuhur edebilmesi için zorluklara,  sancılara hazır olman gerekir.

- Onikinci Kural:
Aşk bir seferdir. 
Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa  değişir.
Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

- Onüçüncü  Kural:
Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca  şeyh şıh var.
Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp  kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir.
Tutup da ona hayran  olmaya değil.

- Ondördüncü Kural:
Hakk' ın karşına çıkardığı  değişimlere direnmek yerine teslim ol.
Bırak hayat sana rağmen değil, seninle  beraber aksın.
"Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe  etme.
Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi  olmayacağını?

- Onbeşinci Kural:
Allah içte ve dışta her an hepimizi  tamama erdirmekle meşguldür.
Tek tek herbirimiz tamamlanmış bir sanat  eseriyiz.
Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi  gidermemiz için tasarlanmıştır.
Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü  beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

- Onaltıncı  Kural:
Kusursuzdur ya Allah, O'nu sevmek kolaydır.
Zor olan hatasıyla  sevabıyla fani insanları sevmektir.
Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği  ölçüde bilebilir.
Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan'dan ötürü  yaradılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne de layıkıyla  sevebilirsin.

- Onyedinci Kural:
Esas kirlilik dışta değil içte,  kisvede değil kalpte olur.
Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse  görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır.
Yıkamakla çıkmayan tek pislik  kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

- Onsekizinci Kural:
Tüm  kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir.
Şeytan,  dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir  sestir.
Şeytanı kendinde ara ; dışında başkalarında değil. Ve unutma ki  nefsini bilen Rabbini bilir.
Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan  insan, sonunda mükafat olarak Yaradan'ı tanır.

- Ondokuzuncu  Kural:
Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla  kendine borçlusun bunları.
Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün  değildir.
Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı,  sevin.
Yakında gül yollayacak demektir.

- Yirminci Kural:
Yolun  ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir.
Sen sadece  atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden  gelir.

- Yirmibirinci Kural:
Hepimiz farklı sıfatlarla  sıfatlandırıldık.
Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç  şüphesiz öyle yapardı.
Farklılıklara saygı göstermemek kendi doğrularını  başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk' ın mukaddes nizamına saygısızlık  etmektir.

- Yirmiikinci Kural:
Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi  mi orası ona namazgah olur.
Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona  meyhane olur.
Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan,  suret ile yaftalar değil.

- Yirmiüçüncü Kural:
Yaşadığımız hayat  elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret.
Kimisi  oyuncağı o kadar ciddiye alır ki, ağlar perişan olur onun için.
Kimisi eline  alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar.
Ya aşırı kıymet verir,  ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıktan uzak dur.

- Yirmidördüncü  Kural:
Mademki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en  şereflisi,
atttığı her adımda Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğunu  hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir.
İnsan yoksul düşse,  iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile gene başı dik, gözü pek,  gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

- Yirmibeşinci  Kural:
Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama.
İkisi de şu an burada  mevcut.
Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak,  cennetteyiz aslında.
Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak, nefrete, hasede  ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

- Yirmialtıncı  Kural:
Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes gözünmez iplerle  birbirine bağlıdır.
Sakın kimsenin ahını alma, bir başkasının hele hele  senden zayıf olanın canını yakma.
Unutma ki dünyanın öteki ucunda tek bir  insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir.
Ve bir kişinin saadeti,  herkesin yüzünü güldürebilir.

- Yirmiyedinci Kural:
Şu dünya bir dağ  gibidir. Ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir.
Ağzından  hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır.
Şer çıkarsa, sana gerisin  geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan  hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et.
Kırk günün sonunda  göreceksin her şey değişmiş olacak.
Senin gönlün değişirse dünya  değişir.

- Yirmisekizinci Kural:
Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir  sis bulutundan ibaret.
Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi.
Ne  geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz.

- Yirmidokuzuncu  Kural:
Kader hayatmızın önceden çizilmiş olması demek değildir.
Bu  sebepten "ne yapalım kaderimiz böyle" deyip boyun bükmek cehalet  göstergesidir.
Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını  verir.
Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya  aittir.
Öyleyse ne hayatına hakimsin, ne de hayat karşısında  çaresizsin.


- Otuzuncu Kural:
Başkaları tarafından kınansan,  ayıplansan, dedikodun yapılsa hatta iftiraya uğrasan bile, o ağzını açıp da  kimse hakkında tek kötü laf etme. Kusur görme. Kusur ört.

- Otuzbirinci  Kural:
Hakk'a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı.
Her  insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir.
Kimi bir kaza geçirir, kimi  ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp...
Hepimiz  kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız.
Ama kimimiz  bundaki hikmeti anlar ve yumuşar, kimimiz ise ne yazık ki daha da sertleşerek  çıkar.

- Otuzikinci Kural:
Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır  ki, Tanrı'ya saf bir aşkla bağlanabilesin.
Kuralların olsun ama kurallarını  başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma.
Bilhassa putlardan uzak  dur dost.
Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma!
İnancın büyük olsun ama  inancınla büyüklük taslama!

- Otuzüçüncü Kural:
Bu dünyada herkes bir  şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun.
İnsanın çömlekten  farkı olmamalı.
Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk  ise, insanı ayakta tutanda benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

-  Otuzdördüncü Kural:
Hakk'a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam  tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir.
Teslim  olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır, emin bir beldede  yaşar.

- Otuzbeşinci Kural:
Şu hayatta ancak tezatlarla  ilerleyebiliriz.
Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi  ise içindeki inananla.
İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım sıdım  ilerler kişi.
Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

-  Otuz atıncı Kural:
Hileden, desiseden endişe etme.
Eğer birileri sana  tuzak kuruyor zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur.
Çukur  kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sisitem karşılıklar esasına göre  işler.
Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer.
O'nun  bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz, Sen sadece buna inan!

-  Otuzyedinci Kural:
Tanrı kılı kırk yararak titizlilke çalışan bir saat  ustasıdır.
O kadar dakiktir ki, sayesinde her şey zamanında olur.
Ne bir  saniye erken, ne bir saniye geç.
Her insan için biz aşık olma zamanı vardır,  bir de ölmek zamanı.

- Otuzsekizinci Kural:
"Yaşadığım hayatı  değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazırmıyım?" diye sormak için hiç bir zaman  geç değil.
Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun,  tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,  yazık.
Her an her nefeste yenilenmeli.
Yepyeni bir yaşama doğmak için  ölmeden önce ölmeli.

- Otuzdokuzuncu Kural:
Noktalar sürekli değişse  de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha  doğar.
Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır.
Hem bütün hiç  bir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır merkezinde...
Hem de bir  günden bir güne hiç bir şey aynı olmaz.

- Kırkıncı Kural:
Aşksız geçen  bir ömür beyhude yaşanmıştır.
Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi  mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma!
Ayrımlar ayrımları  doğurur.
AŞK'ın ise hiç bir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı  başına bir dünyadır aşk.
Ya tam ortasındasındır merkezinde, ya da  dışındasındır hasretinde.

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 5 Haziran 2012 Salı
0 yorum
categories: | edit post

http://www.youtube-mp3.org/

Youtube'den müziği direkt mp3 olarak indirebiliyorsunuz.
Önce Youtube'den indireceğiniz videonun linkini kopyalayıp,http://www.youtube-mp3.org/ sitesindeki boşluğa yapıştırıyor ve videoyu dönüştür diyorsunuz.Dönüştükten sonra download a basıp,mp3 olarak indiriyorsunuz.Çok kolay



Easy YouTube Video Downloader

 https://addons.mozilla.org/en-US/firefox/addon/easy-youtube-video-downl-10137/?src=cb-dl-users

Mozilla Firefox için eklenti.Videoları istediğiniz gibi indirebilirsiniz bu eklenti ile

Devamı...
Gönderen BabaHoroz on 31 Mayıs 2012 Perşembe